KIŞ GELMİYOR, GELMESİN.

Havalar ne kadar muhteşem değil mi? İnsan yaz hatıralarından bir türlü kopamıyor... Hele balık mevsimi açılmışken. Çok da bir hayrını göremedik gerçi ya, şimdilik buna da şükür. Zamanında, çok da eskiler değil hani, topu topu 10-20 yıl öncelerinde istavritin gözüne bakılmazken şimdi adam oldu da balıkçı tezgahlarında satılır oldu...Heralde bir sonraki 10-20 yıl içinde onu da bulamayacağız.

Neyse homurdanmayı bırakıp güzelliklerden bahsedelim. Karides;tadını çok sevmemekle birlikte tipine bayıldığım bir deniz canlısı. Allah vergisi bi güzelliği yok mu allah aşkına? Sırf kuyrukları yeter.



En sevdiğim karidesli tarif en basiti; kabuklarını ayıklamadan bütün bütün haşlayıp, tereyağında sarımsakla kavurmak. Ha bi de Japonların tempurası... Sebzeli de çok güzel ama karideslisi daha da güzel. Uzaklardan yakınlara, Japonya'lardan Balıklıova'ya gelirsek ismi gibi balıklı bir ovaya gelmiş oluruz.

 
Bu yaz annemin peşinden gittiğim bu küçük ve gösterişsiz kasaba mı desem köy mü desem bilemediğim yercik hakikaten seyre ve kalmaya değer. Pansiyon tabelası gözüme çarpmadı ama illaki kalacak bir yer ayarlanır. İnternet yok. Çok güzel bir balık lokantası var. Her sabah kurulan mini balık pazarı nedense bende hiç Türkiye'deymişim hissi yaratmadı...Belki Ege evet, ama Akdeniz hiç.



Açık arttırma usülü satılan balıklar nerdeyse her gün aynı kişiler tarafından alındığı için ahali kendince bir düzen tutturmuş. İlk atılgan; balık lokantasının sahibi olan adam; işi bu olduğundan ve bu işten ekmek kazandığından önce ona bırakılıyor, o almazsa sırakilere kalıyor. Ama o bile gerektiğinde ahaliye göz gezdirip ondan daha çok isteyen varsa balıkları ona bırakıyor... Kimse kimsenin önüne geçmiyor. Bu da bir Ege geleneği olsa gerek...


 Balık ve diğer deniz ürünleri plastik kaplarda numarandırılıp fiyatlandırılıyor, her yeni güne yeni fiyat. En çok barbun, karides, çipura, kalamar, dil balığı gördüm ve tabii ki yedim. Heralde balıkların ve deniz canlılarının soyu böyle tükenmiyor...


Kalamara gelince hayatımda ilk defa nasıl renk değiştirdiklerini gördüm ve gözlerime inanamadım.Hala canlı olduklarından üzerlerindeki pigmentler kıvıl kıvıl oynaşıyordu. Deri üzerindeki bi diskotek gibi. Güneş vurunca deniz üstünde ışınların pırlantamsı ve elmasımsı şıkırdaması gibi... Bir süre sonra tamamen can veren hayvan beyazlıyor. Allahın rahmetine kavuştuğundan olsa gerek.


Ahtapot kadar lezzetli olmasada birçok Avrupalı arkadaşlarımızın yaptığı gibi yenirse harika. Mesela Katalanlar kalamarın içini patlıcanla doldurup dolmasını yapıyorlar...Aklınız çıkar. Yunanlılar enginarla doldurup yiyorlar. Kalamar dolması hellim peynirlide olurmuş, bildiğimiz zeytinyağlı dolma içi ile de...Pişirme yöntemleri çeşit çeşit.

 

İşte ağzı, hayvanla bitkiyi ayıran en önemli özellik. Biz hayvanlar ağızdan besleniyoruz, pek tabii damardan da beslenmek de mümkün. Geçen radyo dinlerken duydum ki en hızlı dil altından beslenirmişiz. Gıdalardan maksimum faydalanmak içinde bolca çiğnenemek bu sebeple de faydalıymış. Ağızda durdukça besinler dil altındaki gözeneklerden içeri kaçıyor ve bizi sağlıklı bireyler yapıyormuş. Pek mantıklı.


Allahım günahlarımı affet bu bakışlara rağmen yedik bunları...Kurbandan sayarsak sevaba bile girer miyiz? Hadi işallah.

2 yorum:

  1. pelinim, benim karides tarifi de çok tatlı olmuyor mu:
    karideslerin kafalarını koparıyorsun, koyuyorsun tencereye, içine içinden geldiği kadar zeytinyağı, tuz, karabiber, sarımsak, defne, sonra biraz limon suyuyla accık da şeker ekliyorsun... veriyorsun ateşe, 3-5 dakika hafiften fokurdadı mıydı hemen kısıyorsun altını, yarım bardak beyaz şarap katıp 5 dakikacık daha pişiriyorsun... sonra sulu sulu, bata çıka yiyorsun... afiyet oluyorsun bir nevi...

    YanıtlaSil
  2. ya evet sen yapmıştın bunu bize:)
    yazarken düşündüm ama hatırlayamadım senin tarifi...ama işte burda!
    bloguna da hayranım. sana da.

    YanıtlaSil