BİCİ BİCİ, YİYEN BİLİR!


Dünyada en sevdiğim şey sokak yemeklerini denemek. En üzüldüğümse İstanbul, Eminönü'ndeki balık ekmekçilerin hijyenik olmadığı iddiasıyla yerine dandik yaldızlı, plastik saltanatımsı, mustafa gondolizmsi, belediye tarzı rüküşümsü, deniz görüntüsünü kaplayan dumanlarıyla yerleşen ne idüğü belirsüz büfemsi şeyler...


Tabii kabul ediyorum hala sokaklarda enfes lezzetler bizi bekliyor. İstanbul yiyor isimli web sitesini duydunuz mu? Hani şu Soul Sendikası programını yapanlardan Dirk ve Ansel'in Ansel'i ve arkadaşı Jigal durmuyor ve çalışıyor. Mahalle mahalle gezip sokak yemeklerini, esnaf ve verdiğiniz paraya değer lokantaları tanıtıyor. Üstelik bir de kitap bastılar, şahane bir kitap tanıtım partisi düzenlediler. Herkese eğlenmek bu ülkede nasip olamadığından, rahatsız olan komşular aracılığıyla polis tarafından durdurulan sazlı sözlü partinin tadı damağımızda kaldı. Neyseki genciz güzeliz, daha nice partiler görürüz...


Gelgelelim bizim gezmelere... Olurda giderseniz Urfa'da Emirgan mahallesinde önünden(seralardaki sulama sistemi benzeri) sular püsküren çaycıların hemen öncesinde Adana'lı Bici Bici satıcısına uğramadan geçmeyin derim. Kendisi Urfa'dan pek memnun değil gibiydi, yerinde bulamayabilirsiniz, her an Adana'ya dönmüş olabilir. Bici bici'nin değerini bilmediklerinden yakınıp duruyordu. Tezgaha boşuna 'yiyen bilir' yazmadım diyor bir yandan da buz rendeliyordu. Ama baştan anlatmak gerek.


Önce şu gördüğünüz hazırlaması pek meşakkatli olduğu söylenen, çok lezzetliymiş gibi görünen ama tatsız tussuz nişasta muhallebisi, kalıp kalıp porsiyonlara bölünüyor. Sonra tabağa daha da minik küpler halinde doğranıyor. O buğulu kırmızımsı pembemsi rengi veren bici bici nam-ı diğer şerbet boyasıymış. O ne renk allahım. Komple kimyasal olsa gerek. Bu konuya takılmayarak devamını izledik heyecanla...


İşte Adana'lı bici bici ustasının buzları rendelediği kısma geldik, muhallebisini bilmem de bu aşamanın basbaya zor olduğuna eminim. Koca bir kalıp buzu rendelemek her baba yiğidin harcı olamaz. Hele de benim gibi rendeleme işinden bucak bucak kaçanlardansanız... Valla gücüne kuvvet ustacım.


Sonra rendelenmiş buzları küp küp muhallebinin üstüne döşedi, gülsuyunu döktü...



İşte o ana kadar herşey normaldi... Derken o kırmızı boyayı boca etti. O ne kırmızı derken bunu kastediyordum. Valla kimyasal mimyasal hemen kaşık daldırmaya niyetlendik ki alıverdi kaşıkları, çünkü henüz tatlı hazır değildi...Üstüne en son pudra şekeri döküp bir de kamış saplayınca uzattı tabağı... 'Aman aman şekeri çok olmasın' dedik ama valla pudra şekeri olmadan yenmez bu. Ya da daha iyi yapanı vardır. Artık orasını Adana, Antakya ya da Mersin'e gidince anlarız... Peki Japon bir arkadaşımın yıllar evvel bana bu tatlıyı yaptı desem bu ne lahana turşusu demez misiniz? Üstelik buz rendelemek için alet bile getirmişti yanında. Herkes Türk ya ondan işte... Naber cicim, esmerim bicim bicim.

SEMBUSEK


Mardin müzesini en son gün gezeriz dedik, o gün de Pazartesi imiş meğer... Ama kapıdan bakmamıza izin verdiler, Pazartesi günleri müzelerin kapalı ve çamaşırların yıkandığı gündü değil mi?

İşte buğdayın ana ve de baba vatanında da durum aynı... Benim de anneannem pazartesi günleri çamaşır yıkarmış. Pazar ertesi çocuklar okula gider, işler haftabaşına kalırmış... Bu ev işlerinden bıkmayan var mı?
Valla da billa da ben 'bıttım' artık.



O zaman ferahlamak için ayran hiç fena gitmez. Güneydoğu'da her daim bakır tasla gelen ayrana doyabilirsin. Tas o kadar büyük ki, 'bi ayran daha!' diyemezsin. Ama ayranı içerken lahmacunların üçer beşer çıktığını görünce dayanamaz, istersin. Fotoğrafta da göreceğiniz gibi yudum aldığım yerde bu lahmacunun izleri var. Affınıza sığınıyorum.

Bu lahmacunun ismi 'sembusek'. Şeklinden gari hiçbir tat farkı yok. Lahmacunu aynen açıp harcını koyduktan sonra ikiye katlayıp üstünü kapatıyorlar ve kenarlardan bastırıp kilitliyorlar. Al sana Sembusek. İtalyanların pizzaya yaptıkları gibi. Onlar da 'Kalzone' diyorlar.



Afiyetle yiyorlar!

FISTIK


Allah sahibine bağışlasın, ister Şam fıstığı ister Antep fıstığı-hatta isterseniz İran fıstığı veya Siirt fıstığı diyelim, karışık kuruyemiş paketlerine el atıldığında ele avuca gelmesi en çok arzulanan, kaseye konduğunda biten ilk yemiş kendisidir. Aksini iddia edenler baştan kaybederler.

Mor Gabriel Manastırı'nın bahçesindeki ağaçların dili olsa konuşsa diyeceğim ama bu fıstık ağaçları pek de eski sayılmazlar galiba, oldukça yeni ekilmiş gibilerdi... Ya da yeniden canlandırılmış diyelim. Yaz, kış ayrı güzellikte olan manastırı görebilmek için Mardin'den Midyat'a giderken yoldan sapmanız gerekiyor. Gerekli çünkü biliyorsanız bile bilmediğiniz bir dünyaya açılan bir yol burası... Dünyanın en eski Hiristiyan manastırlarından biri olma ihtimali hayli yüksek Mor Gabriel manastırı başına açılan tehdit ve 'davalar' dan bir türlü kurtulamıyor... Açılan davalar bitmek bilmiyor... Bu ülke ve ülkedeki değerleri korumak ve gözetmek bizlerin görevi değil miydi? Yahu neydi?



Şam, Antep, İran o, şu, bu derken tek tek kaybolan kültürler, diller, lehçeler(bakınız bakınız, dikkatle bakınca göreceksiniz Mlahsö) derken, gelip geçenler yakıp yıkarken, bizi biz yapan çeşitlilikler, zenginlikler kaybolmasın diye napacağız diye kara kara düşünürken Mardin'de bazı şanslı çocuklar tüm cahil çabaların aksine ve inadına Arapça, Kürtçe, Türkçe ve Süryani'ce öğrenerek büyüyorlar. Okulda öğretildiği iddia edilen İngilizce'yi de hesaplarsak 5 dil ediyor. Sizi bilmem ben büyürken, duyduğum tek dil Türkçe'ydi. Ha buna da şükür diyenler olabilir. Ama bilesiniz ki Huzur İsyandadır!








Tatli yiyelim tatlı konuşalım kısmına bağlamak için hemen fıstıklı tatlılara geçivermek ve en sevdiklerimden bahsetmek istiyorum; fıstıklı dondurmadan başlayabiliriz. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği, yatsı, kuşluk vakti, ikindi ve bu öğünlerin arasında yiyebileceğimi bildiğim tek tatlı dondurmadır. Dondurmanın da iki çeşidine tapıyorum, birisi yoğurtluysa öteki de fıstıklısı. Ay bir de, unutmadan sevmediğimi-evet evet sevmiyorum sandığım kadayıfı da anmalıyım. Mardin ve civarında, Sadık Künefe'de(künefe dediğine bakmayın künefesini değil) asıl 'sütlü fıstıklı kadayıf' yemeden geçmeyin anacım. Dondurması da ayrı güzel.



Amma, asıl fıstığın hakkını ve şanını koruyan tatlı pek tabii ki baklavalar olsa gerek. Baklavalar yapıldığı şekle göre isim aldığına göre bu havuç dilimi olarak anılan şahane yaratık, havucu bilmem de gerçekten de dil gibi değil mi? Söyle bana ayna? 'Yeme de yanında yat' değil ancak ve de ancak 'olsa da yesek' dedirten cinsten, değil mi? Söylesene aynacım?


O tatlı katmanların arasında uyuyakalmak ve uyanıp ara ara o fıstıklardan atıştırmak ve tekrar tatlı rüyalara dalmak da ancak Alice'e nasip olurdu heralde... O sebeple gerçekçi olalım ve baklavanın yanında yatmayıp afiyetle yiyelim.


En güzeli de memleketine gidip yemek. Giderken napalım, yanımıza şu kitabı alalım. Aslında kitapta da ima edildiği gibi Antep'e gitmeye pek de gerek yok. İmam Çağdaş'a gitmek iyi olabilir, ama onlarda bir telefon kadar yakınlar. 24 saatte kuru baklavanız, havuç diliminiz, kuş yuvanız, dilber dudağınız tabağınızda. Şimdi can çeker diye diyorum yoksa yine de en iyisi yerinde yemek. Geçerken uğradık yaparsınız olur biter...Geçerken Zeugma Müzesine uğramayı ihmal etmeyin derim. Kalmanın da şöyle bir avantajı olabilir, İmam Çağdaş dışındaki lokantaları keşfedebilirsiniz. Buyrun burdan yiyin.



Tatlı rüyalar ve afiyetler.

DEĞME KEYFİNE!


Diyarbakır, Mardin, Midyat, Urfa ve Antep yolları, köyleri boyunca çay ve kahveden yana sıkıntınız olmaz. 12 gün boyunca tek bir yerde çayın sonunu getiremedik, onun da ismi lazım değil... Kahve ise bahane olamayacak kadar güzeldi, her seferinde ve her yerde. Sırf tadı değil cezvesi de, fincanı da, sunuluşu da... İnsanı şanslı gününde hissettirenlerden.



İlk denediğim şahsına münasır cevizli kahveydi; cevizi unufak edip kahveyle pişirmişler, yudum yudum kahve içerken dilinize mini mini ceviz parçaları geliyor. Siz de afiyetle kıtır kıtır yiyorsunuz. Tadı damağınızda kalıyor.  Ama ne yalan söyleyim, heyecan yok.

Başka bir gün sıra mırra kahvesindeydi, siparişi verdik, bekliyoruz... Güzel bir cezveyle ve iki küçük fincanla birlikte kahveci yaklaştı, elimize fincanları tutuşturdu, bir lokma kahve döktü, ve başımızda beklemeye başladı. Birbirimize ve fincanın içindeki bir gıdım kahveye bakarak, ürkekçe koklayarak, ve bir güzel bismillah çekerek, yuvarladık mırraları. Anam! Kalbim koşarak yerinden uzaklaştı, aşka da ölüme de eş mesafede benzerlikte bir çarpınma ve çırpınmayla... Mırra bir daha içemedik mi, içtik. Diğer alıştığımız kahveye oranla daha yoğun, ama hala sıvı, yağlı, mis gibi kakule kokulu, ve kesinlikle denemeye değer. Ne yalan söyliyim, insanda merrak uyandırıyor.


Bir başka merak uyandıran dünya ve insan nimetlerinden biri de Mardin Bienali'nde gördüğüm işlerden biriydi. Bu yukarda gördüğünüz iş işte... Bu ne güzel kağıt, bu ne güzel kağıt kıvırma, bu ne güzel hediye... Ev sahibinin çocukları ve torunlarının dediğine göre sanatçı onlara hediye etmiş işi, napcaktı geri mi götürecekti derseniz, çok haklısınız; aşağıda Mezopotamya ovası, hemen altta çoluk çocuk, ve pek yakında Kasimiye Medresesi, değme keyfine!

Derken derken, yolun sonuna doğru asıl meşhur olan menengiç kahvesinden içtik. Hakkını vermeli; menengiç(neydi ki? diyenler için burda ve burda bilgiler mevcut ama sonuçta) seven ve de sevmeyen  illa ki bu kahveyi takdir edecektir. Bu kahve bir lezzet bombası, bir başka bişi. Menengiçin ağızda çıtır çıtır çıtırdayan kabukları, damağınızda kaymak gibi kayan yağı unutulacak, peşine düşülmeyecek gibi değil. Merakınıza merak kattıysam, değmeyin keyfime!